Havza Haber Ajansı’nın bildirdiğine göre, sosyal medyanın karmaşık ve iç içe geçmiş dünyasında gelenek ile modernlik, dindarlık ile yeni yaşam tarzları ve kişisel ifade ile takipçi çekme arasındaki sınırların giderek silikleştiği yeni bir olgu ortaya çıkmıştır.
Bu olgunun dikkat çeken örneklerinden biri, dini semboller —örneğin başörtüsü— ile toplumun bir kesimince yaygın normlarla çelişkili görülen unsurlar —örneğin evde köpek beslemek— arasında bir sentez kurarak yaşam tarzlarını sergileyen blog yazarlarının (influencerların) artışıdır.
Bu durum söz konusu blog yazarlarının motivasyonları, onların ürettikleri içeriklerin özellikle genç nesil üzerindeki etkisi ve bu tür modellemelerin kültürel ve dini sonuçları hakkında temel soruları gündeme getirmiştir.
Bu röportajda, dini eğitim uzmanı ve psikolog Hüccetü’l-İslam Muhammed Zarifi ile bu sosyal olguyu çok boyutlu ve analitik bir bakışla ele alıyoruz.
-Değerli vaktinizi bize ayırdığınız için teşekkür ederiz. Sizce toplumun bir kesiminin değerleriyle çelişen (örneğin başörtüsünü köpek besleme gibi unsurlarla birleştiren) belirli bir yaşam tarzını sosyal medyada sergileyen blog yazarlarının asıl motivasyonu nedir?
Bu durum daha çok kişisel bir ifade biçimi midir, yoksa takipçi kazanma ve gelir elde etmeye yönelik bilinçli bir strateji mi?
Bismillahirrahmanirrahim
Blog yazarlarının —özellikle yaşam tarzlarında dini ve modern sembolleri birleştirenlerin— motivasyonlarını analiz ederken, tek boyutlu bir bakıştan kaçınmak gerekir.
Burada iç içe geçmiş bir dizi motivasyonla karşı karşıyayız. Bu davranışın merkezinde insanın görülme ve onaylanma ihtiyacı yer alır; sosyal medya bu ihtiyacı son derece güçlendirir. Her beğeni (like) ve yorum, anlık bir psikolojik ödül işlevi görür.
Bu kişilerin birçoğu faaliyetlerine yalnızca kendini ifade etme ve günlük hayatlarını paylaşma niyetiyle başlar. Ancak zamanla sosyal medyanın işleyiş mantığı —yani tartışmalı ve dikkat çekici içerikleri ödüllendiren algoritmalar— süreci farklı bir yöne taşır.
İşte bu noktada, kişisel ifade biçimi hesaplanmış bir stratejiye dönüşür.
Birbiriyle çelişkili görünen iki unsuru örneğin geleneksel dindarlığın simgesi olan başörtüsüyle, fıkıh ve kültürümüzde hassasiyet taşıyan köpek besleme davranışını birleştirmek; merak uyandırmak ve etkileşim sağlamak için mükemmel bir formüldür.
Bu tür içerikler, izleyicinin zihninde bir bilişsel çelişki (parazit) yaratır ve onu tepki vermeye zorlar —ister olumlu ister olumsuz.
İşte bu tepkiler, Instagram’daki gelir elde etme mekanizmasının yakıtını oluşturur.

Daha derin bir bakışla bu olguyu geçiş sürecindeki bir toplumda kimlik arayışının bir biçimi olarak görmek mümkündür. Bu kişiler, gelenek ile modernite arasında bir köprü kurmaya çalışmaktadırlar.
Ancak sorun şu ki bu köprü kurma çabası çoğu zaman yüzeysel ve yalnızca sembollere dayalıdır; derin bir fikrî yeniden değerlendirmeye dayanmaz.
Böylece başörtüsü bir stil unsuruna, din ise bir dizi kişisel zevk ve tercihler toplamına indirgenir.
– Bu bloggerları ve görünüşte çelişkili yaşam tarzlarını takip etmek, genç izleyicide hangi ihtiyacı karşılıyor?
Bu olgu, doğrudan gençlerin derin psikolojik ihtiyaçlarına hitap ediyor. Eğer bir “talep” olmasa, “arz” da oluşmazdı.
Günümüz genci, ulaşılması güç ideallerden ve mükemmel modellerden uzaklaşmış durumda; bu nedenle kendine benzer, ulaşılabilir bir örnek arıyor.
Bu bloggerlar biraz daha güzel, biraz daha başarılı ama temelde sıradan bir hayat sergileyerek o boşluğu dolduruyorlar ve izleyiciyle yarı-sosyal (parasosyal) bir bağ kuruyorlar.
Ayrıca bu tarz yaşam biçimi, geleneksel aile değerleri ile küreselleşmiş modern kültür arasında sıkışan genç için kimlik kaygısına geçici ve yüzeysel bir rahatlama sunuyor — yani derin bir çözüm değil, adeta kimlik sancısına kısa süreli bir ağrı kesici işlevi görüyor.
Bu bloggerlar gençlere adeta şunu söylüyor: “Seçmek zorunda değilsin, ikisine de sahip olabilirsin!”
Ancak bunu söylerken, bu iki yönün —dindarlık ve modern yaşam tarzı— gerçekten birbiriyle ne kadar uyumlu olduğu üzerine derin bir düşünmeye sevk etmezler.
Bunun yanında bu kişilerin gösterişli ve ışıltılı hayatlarını izlemek birçok genç için bir tür eğlence ve sıkıcı hayat gerçeklerinden kaçış anlamına gelir.
– Bu tür bloggerları takip etmek, gençlerin kimlik oluşumu ve yaşam tarzı üzerinde ne kadar etkili olabilir? Ayrıca bu daha önce alışık olmadığımız tarz davranışların normalleşmesinde ne ölçüde rol oynar?
Bu modellerin gençlerin kimlik oluşumu üzerindeki etkisi son derece derindir.
Genç bir insanın kimliği, yumuşak bir hamur gibi çevresindeki örneklerle şekillenir.
Bu tür içeriklerin sürekli izlenmesi bloggerın değerlerini, arzularını ve yaşam tarzını, fark ettirmeden izleyicinin zihnine işler.
Sonuç olarak dini kimlik bilgi ve ilkelerden beslenen bir bilinç olmaktan çıkar; yerini instagram davranışları ve görsel imgelerden ibaret bir yüzeysel dindarlığa bırakır.
Belki de en tehlikeli sonuç, normalleştirme (aşinalık yoluyla kabullenme) ve ayıp duygusunun yok olmasıdır.
Bir davranış hatta dinen sakıncalı bir fiil, milyonlarca takipçisi olan popüler biri tarafından çekici ve gündelik biçimde sunulduğunda, zamanla toplumun zihnindeki “günah” ve “ayıp” algısı silikleşir.

– Bazıları bu bloggerların dini, kendi bakış açılarına göre yeniden yorumladıklarını ve onu modern yaşamla uyumlu hale getirdiklerini öne sürüyor. Siz bir psikolog ve din eğitimi uzmanı olarak bu iddiayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu iddia dışarıdan aydın ve modern bir söylem gibi görünse de derinlemesine bakıldığında üzerinde düşünülmesi gereken bir durumdur.
Dini yenilikçilik (yani zamanın ihtiyaçlarına cevap veren ilmî ve yöntemli bir yaklaşım) ile kişisel yoruma dayalı keyfî din anlayışı arasında mutlaka bir ayrım yapılmalıdır.
Bugün sosyal medyada gördüğümüz örneklerin büyük çoğunluğu ne yazık ki ikinci gruptadır.
Kişi, kendi yaşam tarzını ve kişisel arzularını merkez alır sonra da dinin yalnızca işine gelen bölümlerini seçerek onlara dini bir kılıf kazandırır.
Psikolojik açıdan bu durum bir tür savunma mekanizmasıdır.
Birey, dini kimliğiyle modern yaşam tarzı arasındaki bilişsel çelişkiyi azaltmak ister.
Yani hem dindar kimliğini korumak ister, hem de dinin bazı ilkeleriyle çelişen bir yaşam sürmek ister.
Bu çelişkiyi çözmenin kolay yolu, dini kendi hayatına uyumlu hale getirmektir; oysa doğru olan hayatını dine göre şekillendirmektir.
Dolayısıyla bu süreç, dini yenilikçilik değil; aksine dini kişiselleştirip onu bağlayıcı ve dönüştürücü özünden boşaltmaktır.
– Bu alanda faaliyet gösteren bloggerlara, onların genç takipçilerine ve ailelere ne gibi bir mesaj vermek istersiniz? Ailelere tavsiyeniz nedir, böyle sayfaları takip etmeleri konusunda çocuklarıyla nasıl konuşmalılar?
Benim bu bloggerlara mesajım şu:
Siz binlerce gencin zihni ve ruhu üzerinde etki sahibisiniz; bu büyük bir insani ve dini sorumluluktur.
Unutmayın, bu popülerlik bir emanettir, bir övünç vesilesi değil.
Lütfen bir anlığına “beğeni” ve “takipçi sayısı” mantığından uzaklaşın ve kendinize şu soruyu sorun:
Ben takipçimin zihnine nasıl bir tohum ekiyorum?
Gerçek bir maneviyat mı yayıyorsunuz, yoksa dini ambalaja sarılmış bir tüketim kültürü mü?
Bu noktada çok dikkatli olmak gerekir. Elbette bu alanda faaliyet gösteren herkesin bilinçli olarak belirli hedeflere hizmet ettiğini iddia etmiyoruz; ancak unutulmamalıdır ki bu tür içerikler —isteyerek ya da farkında olmadan— kültürel ve inanç temellerimizi zayıflatmak isteyen çevrelerin oyun alanına dönüşebilir.
Gençlere hitaben:
Sevgili genç dostlarım, sanal dünya renkli bir vitrin, ama gerçeğin tamamı değildir.
Gerçek mutluluk, iç huzurda ve manevi gelişimde gizlidir; beğeni (like) sayısında değil.
Lütfen sadece içerik tüketicisi olmayın — analiz eden, sorgulayan bir birey olun.
Kimliğinizi kalıcı ve köklü değerler üzerine inşa edin.
Ailelere tavsiye:
Çocuklarınızla sorgulayıcı bir diyalog kurun, sorguya çeker gibi değil.
Yasaklayıcı, buyurgan bir tavır genellikle inat ve uzaklaşma doğurur.
Bunun yerine Sokratik diyalog yöntemini deneyin: Hazır cevaplar vermek yerine, akıllı sorularla düşünmeye yönlendirin.
Birlikte oturup şöyle sorabilirsiniz:
“Bu kadar kusursuz ve mutlu bir hayat gerçekten mümkün mü sence?”
“Sence neden tam olarak bu anı paylaşmayı seçti?”
Bu tarz sorular çocuğunuza medya okuryazarlığı, eleştirel düşünme gücü ve yaratıcı analiz becerisi kazandırır.
Her şeyden önemlisi sizler merhametli ve anlamlı bir dindarlığın canlı örneği olun.
Çünkü çoğu zaman gençlerin “hicab style” veya “maneviyat bloggerı” figürlerine yönelmesinin ardında aile içinde karşılanmamış duygusal ve psikolojik ihtiyaçlar yatar ve bu boşluk ancak sevgiyle, anlayışla ve gerçek bir örneklikle doldurulabilir.
– Bu tür bloggerlarla karşılaştığında inançlarında kafa karışıklığı ya da tereddüt yaşayan dindar takipçilere ne tavsiye edersiniz? Onlar için gerçek ölçü ve örnek kim olmalıdır?
Bu tür durumlarda hissedilen kararsızlık ve iç çatışma, aslında sağlıklı bir vicdanın göstergesidir.
Çünkü inanan bir insan gördüğü şeyle iç dünyasındaki değerler çeliştiğinde doğal olarak sorgular.
Burada çözüm, Kur’an’ın sağlam ilkelerine ve Ehl-i Beyt’in (a.s.) kesin ve güvenilir sünnetine dönmektir.
İmanınızı insanların değişken davranışlarına değil, bu sarsılmaz kaynaklara dayandırın.
Kişiyle davranışını birbirinden ayırmayı bilmek gerekir. Birini insan olarak sevebilir, ona saygı duyabilirsiniz ama bu, onun yaşam tarzını dini bir model olarak benimsemeniz anlamına gelmez.
Gerçek örnek, size Allah’ı hatırlatan kişidir son moda kıyafetleri hatırlatan değil.
– Peki, bu olguyla mücadelede sosyal medyada etkin genç din adamlarının ve dini simaların rolü nedir? Onlar alternatif modeller sunabilir mi?
Bu kişilerin rolü hayati önemdedir, fakat stratejik bir yenilenme gerektirir.
Artık sadece tepki veren, eleştiren ve savunmada kalan bir tutum dönemi bitmiştir.
Genç din adamları ve dini içerik üreticileri aktif, yaratıcı ve ilham verici bir şekilde dinî yaşamın çağdaş, neşeli ve üretken bir yüzünü ortaya koymalıdır.
Dindarlığın hüzün, pasiflik veya dünyadan kopuş anlamına gelmediğini gösterebilmelidirler.
Ayrıca onların modern medya dili ve araçlarını çok iyi öğrenmeleri gerekir.
Çünkü bugünün gençliği “bilgiden” önce anlatı ve sunum biçimiyle etkileniyor.
Sonuçta bu bir “anlatı savaşı”dır. Eğer biz kendi derin ve insani anlatımızı etkileyici bir biçimde sunamazsak doğal olarak yüzeysel, tüketime dayalı anlatılar alanı dolduracaktır.
Bu nedenle bu sorumluluk yalnızca din adamlarının değil tüm kültürel ve dini sorumluluk hisseden bireylerin omzundadır.
yorumunuz